Küçük, rüzgârı ıhlamur kokan bir kasabada, üç yakın arkadaş yaşarmış: Eylül, Mert ve Derin. Okuldan sonra en sevdikleri şey, daracık sokaklarda dolaşmak, eski taş merdivenlerden inip pazara uğramak ve kasabanın uç köşesindeki Antikacı İsmail Amca’nın dükkânına bakmaktı. İsmail Amca’nın dükkânı, sanki zamanın içinden kopup gelmiş bir oda gibiydi: sararmış haritalar, paslanmış pusulalar, porselen kupalar, kurmalı müzik kutuları ve tabii ki çalar saatler…
Bir akşamüstü güneş, kırmızı kiremitlerin üzerinde yavaşça yürürken, İsmail Amca rafların en altından pudra mavisi bir kutu çıkardı. Kutunun kapağını kaldırınca, içi yosun yeşili ipekle kaplı bir yuva ve yuvasında cam göbeği parlaklığında bir saat göründü. Saati diğerlerinden ayıran şey, etrafına dizilmiş dört minik yuva ve yuvaların içinde eksik gibi duran boşluklardı. Saatin ortasında, ışığa tutulduğunda bir dalga gibi hareket eden, gümüş bir kum bulunuyordu.
“Çocuklar,” dedi İsmail Amca, gözlüğünü düzeltip gülümseyerek, “bu Zaman Saati. Kasabamıza yıllar önce gelen bir gezginden kaldı. Derler ki bu saat zamanı yavaşlatır, hızlandırır, hatta bazı anılara kapılar açarmış. Ama parçaları kaybolduğu için susmuş.”
Eylül’ün gözleri büyüdü. “Parçaları nerede?”
İsmail Amca, tozlu vitrinin arkasındaki minik bir haritayı çıkardı. Haritada kasabanın çevresindeki tepe, dere ve orman işaretliydi. Dört noktada soluk mürekkep izleri vardı: Dakika Çayı, Saniye Korusu, Saat Kulesi Tepesi ve Anı Gölgesi.
“Belki,” dedi İsmail Amca, “doğru soruyu soran, sabırlı ve cesur çocuklar bulabilir.”
Mert’in kaşları zıpladı. “Yani biz!”
Derin gülümsedi. “Ama önce plan yapalım. Zamanı arayan, zamanını iyi kullanmalı.”
Eylül not defterini açtı, bir başlık attı: “Görev: Zaman Saati’ni Uyandırmak”.
Dakika Çayı’nın Koşuşturan Kıyısı
Ertesi gün, üç arkadaş yanlarına ufak bir sırt çantası alıp yola çıktı: su mataraları, bir paket simit, küçük bir ilk yardım kiti ve Eylül’ün defteri. İlk durak Dakika Çayı’ydı. Bu çay, kasabanın kenarından geçip vadinin içine doğru koşan, suyu hep aceleci akan bir nehirdi. Kıyısına vardıklarında, sanki su “çabuk çabuk!” diye fısıldıyordu.
Bir anda karşılarına, parlak yeşil ceketli, düğmeleri tıkır tıkır öten, ince bıyıklı minik bir adam çıktı. “Ben Bay Dakika!” dedi nefes nefese. “Koşun çocuklar, adımlarınız sayılı!”
Mert peşine takıldı. “Bekle!” diye bağırdı. “Neden bu kadar acele?”
Bay Dakika hızla konuşuyordu: “Çünkü yapılacak çok iş var! Yapılacak işler, atılacak adımlar, çizilecek planlar!”
Eylül önüne geçti. “Peki ya durup düşünmek? Plan yapmak için yavaşlamak gerekmez mi?”
Bay Dakika bir an durdu, tıkırdayan düğmeleri sustu. “Doğru,” dedi. “Yalnız koşmak boyuna adım atar ama her zaman doğru yola götürmez.”
Derin çayın kıyısındaki çakıllara baktı. Üstlerinde minik işaretler vardı: artı, eksi, oklar, saat sembolleri… “Bunlar,” dedi, “Bize ritim tutmamızı söylüyor.” Üçü birlikte, kıyı taşlarına adım ritmi çizdiler: üç hızlı, bir dur, iki hızlı, bir dur. Bay Dakika gülümsedi. “Aaa! Zamanın yürüyüşü!” dedi. “Acele ile durmanın dengesi.”
Tam o anda suyun yüzeyinde parlak bir kıvılcım belirdi; su, bir anlığına geri doğru aktı ve kıyıya bir şey bıraktı: gümüşten küçük bir dişli parça. Eylül onu Zaman Saati’nin boş yuvalarından birine yerleştirdi. Saatin içindeki gümüş kum, daha düzenli dalgalanmaya başladı.
Bay Dakika, çocuklara bir not uzattı: “Hız, hevesin motorudur; durmak direksiyondur.”
Saniye Korusu’nun Sabır Nefesi
İkinci durak Saniye Korusu’ydu. İncecik gövdeli, yaprakları saat tıkırtısı gibi titreyen kavaklarla dolu bu koru, rüzgârda “tik-tik” sesleri çıkarıyordu. Burada onları zarif, sakin, uzun örgülü bir kadın bekliyordu: Hanım Saniye.
“Hoş geldiniz,” dedi yumuşak bir sesle. “Burada her şey küçük adımların sabrıyla büyür.” Avuçlarını açtı; içinde minik tohumlar parlıyordu.
Cem tohumlara dokundu. “Ne kadar küçükler!”
“Evet,” dedi Hanım Saniye, “ama doğru zamanda, doğru yerle, sevgiyle büyürler.”
Mert hemen bir çukur kazmak için atıldı; Eylül onu durdurdu: “Toprak uygun mu? Güneş açısı doğru mu?” Hanım Saniye gülümsedi. “İşte bu. Önce bak, sonra yap.”
Üç arkadaş birlikte küçük bir alan seçti. Derin rüzgârın yönünü kontrol etti; Eylül toprak yapısını inceledi; Mert suyu nasıl dağıtacaklarını düşündü. Tohumları ektiklerinde, Hanım Saniye elindeki kum saatini çevirdi. Kumlar sakin sakin akarken, yerdeki toprak nefes alır gibi kabardı ve çok küçük bir filiz göründü. “Sabır,” dedi Hanım Saniye, “zamanın en hızlı yoludur.”
Bir ağacın gövdesinde, sedef renginde ikinci bir parça belirdi: ince yay. Eylül onu saate yerleştirdiğinde, saatin merkezindeki ışık biraz daha ısındı. Saniye, üçüne bakıp göz kırptı: “Küçük anlar, büyük dönüşümlerin kapısıdır.”
Saat Kulesi Tepesi’nin Uykucu Bilgesi
Üçüncü durak, kasabaya tepeden bakan Saat Kulesi idi. Kule yıllar önce durmuş, kolları aynı saati—dörtyüz beş—göstermeye takılıp kalmıştı. Kuleye vardıklarında, esneyen bir ses duydular: “Hooop… Kim var orada?”
Kulenin içinde, uzun sakallı, gözlerinin altında yastık gibi torbalar olan bir bilge yaşıyordu: Uykucu Saat. “Gelmişsiniz… Çok güzel… Ama önce bir uyku.”
Mert içini çekti: “Uyku mu? Bizim acelemiz var!”
Uykucu Saat gülümsedi: “Ne çok yerde acele var. Oysa dinlenmek, zamanı yeniden başlatır.”
Eylül düşündü: “Bazen mola vermek, hataları görmemizi sağlar.”
Derin küçük bir kamp minderi çıkardı. Üç arkadaş kısa bir nefes molası verdi. Gözlerini kapatıp kuleden görünen kasabanın uğultusunu dinlediler: pazardan gelen sesler, uzak bir martının çığlığı, taş sokaklarda yankılanan ayak sesleri… Mola bitince Zaman Saati’ne baktılar; sanki nefes alıp veriyordu.
Uykucu Saat, kulenin eski çanının altından üçüncü parçayı çıkardı: zarif bir akrep-kol. “Bunu yerine takın,” dedi. “Ama unutmayın: İlerlemek için bazen yavaşlamak gerek.”
Parçayı yerine taktıklarında, saatin camının içindeki gümüş kum, deniz kıyısındaki gelgit gibi düzenli salınmaya başladı.
Anı Gölgesi’nin Sessiz Sesi
Geriye tek yer kalmıştı: Anı Gölgesi. Kasabanın dışında, çamların ötesinde sessiz bir düzlük vardı; akşamüstü güneşi oraya vurduğunda, gölgeler uzar, sanki geçmiş günlerin ayak izleri belli belirsiz görünürdü. Üç arkadaş güneş alçalırken oraya vardılar. Hava sütlü gibi yumuşaktı, çam kokusu hafifçe burunlarını gıdıklıyordu.
Tam o sırada, gölgelerin arasından fısıltılar yükseldi: “Hatırlıyor musun?” “Beni unuttun mu?” “Buradayım…”
Derin ürperdi ama Eylül elini sıktı. “Korkma. Hatıralar bazen yalnızca hatırlanmak ister.”
Bir gölge, çocukların önünde yoğunlaştı. Mavi bir bisikletin, sapsarı bir defterin ve bir doğum günü pastasının silik resimleri gölgenin içine geldi. Cem, “Bunlar… benim!” dedi. “Bisikletimi sürmeyi ilk öğrendiğim gün, defterime resim çizdiğim akşam ve söndürmeye çalışırken pastanın üstündeki mumları yanlışlıkla yere düşürdüğüm an…” Gölge yumuşadı.
Arda bir başka gölgeye baktı; orada da taş sektirdiği dere kıyısı, bir öğretmeninin gülen yüzü ve oyuncak tren seti görüldü. Arda nefesini tuttu. “Ben bazı güzel anları acele ettiğim için yarım yaşamışım,” dedi.
Eylül, gölgesinin içinde ninesinin ellerini gördü; sıcak, un kokulu eller… “Ninem bana çekirdek ekerken, ‘Her tohumun zamanı var,’ derdi,” diye fısıldadı. Gözlerinde bir pırıltı belirdi.
Gölgenin tam ortasında, ay ışığına benzeyen, yuvarlak bir cam parça vardı. Dördüncü ve son parçaydı bu. Ama gölge kıpırdamadı. Eylül, diz çöktü ve içten bir sesle konuştu:
“Bizi büyüten anılarımızı aceleye getirmeyeceğiz. Onları saklayıp parlatacağız. Söz.”
Gölge, sanki “Peki” der gibi, cam parçayı Eylül’ün avucuna bıraktı. “Hatırlamak,” diye fısıldadı, “zamanın kalbine dokunmaktır.”
Saatin Uyanışı
Akşam çökerken, üç arkadaş parçaları antikacıya getirdi. İsmail Amca’nın dükkânında lambalar yandı; portakal çiçeği kokusu doldu. Eylül parçaları tek tek yerine yerleştirdi: Dakika dişlisi, Saniye yayı, Saat kolu ve Anı camı. Son parçanın yerine oturmasıyla birlikte, saatin içindeki gümüş kum ışık saçtı; sanki küçük bir galaksi canlandı.
Saat önce yavaşça, sonra berrak bir tıkırtıyla çalışmaya başladı: “tik… tak… tik… tak…” Ama bu sıradan bir tıkırtı değildi. Çocukların kalp atışlarıyla aynı ritimdeydi. Saati dinledikçe, içlerine bir dinginlik yayıldı; sanki bir günün bütün yorucu adımları yerli yerine oturmuştu.
İsmail Amca gururla başını salladı. “Zaman Saati uyandı. Ama asıl güzel olan, onun sizi uyandırması… Hızı denge, sabrı güç, molayı yenilenme, anıyı kıymet bildiniz.”
Derin saatin camına yaklaştı. İçeride, sanki anılardan yapılmış küçük pencereler açılıyordu: Dakika Çayı’nda ritim taşları, Saniye Korusu’nda nefes alan toprak, Saat Kulesi’nde kısa bir uyku, Anı Gölgesi’nde ninenin elleri… Hepsi bir bütün gibiydi.
Mert, “Peki şimdi ne olacak?” diye sordu.
İsmail Amca göz kırptı. “Zaman Saati ara sıra size bir kapı daha açabilir: bir müzik taşının peşine düşmek, bir takımyıldızın öyküsünü dinlemek, ya da kasabanın en yaşlı ağacının hikâyesine kulağınızı dayamak… Ama her kapı, iyi kullanılmış bir günün hediyesidir.”
Eylül defterine şu cümleyi yazdı: “Zamanı yönetmek, günleri doldurmak değil; anları fark etmek.”
Köyde Yeni Bir Ritim
Ertesi gün kasaba sanki başka türlü nefes alıyordu. Pazar yerinde aceleci adımların sesi biraz yavaşlamış, fırından çıkan ekmek kokusu biraz daha uzun sürmüş, çocukların kahkahası rüzgârda biraz daha uzağa taşınmıştı.
Üç arkadaş küçük alışkanlıklar başlattı:
-
Okul çıkışı on dakika defterlerini düzenliyor, kalan zamanda oyunlarını daha keyifle oynuyorlardı.
-
Evde “sessiz üç dakika” yapıp herkes o günün en güzel anını söylüyordu.
-
Hafta sonu kısa molalar planlıyor, doğayı dinleme saatleri koyuyorlardı.
Zaman Saati, antikacıda sakin sakin tik-tak ederken, bazen camında minik bir parıltı beliriyor; bu, yeni bir maceranın ışığı oluyordu.
Sonuç: Zamanın Kalbine Dokunmak
Eylül, Mert ve Derin, Zaman Saati’nin parçalarını bulurken, aslında kendi içlerindeki parçaları da yerli yerine koydular: heves (Bay Dakika’dan), sabır (Hanım Saniye’den), dinlenme (Uykucu Saat’ten) ve kıymet bilme (Anı Gölgesi’nden). Zamanı sadece “geçen” bir şey sanmak yerine, yaşanan bir arkadaş bildiler.
Artık biliyorlardı:
-
Hızlı olmak güzel, ama yön seçmek daha güzel.
-
Sabır, küçük adımlarla büyük kapılar açar.
-
Mola, yürüyüşün nefesidir.
-
Anılar, kalbi ısıtır ve bugünü ışıkla örer.
Ve o günden sonra, kasabanın saatleri sadece zamanı göstermedi; aynı zamanda yaşamanın ritmini fısıldadı. Zaman Saati tik-tak ettikçe, çocukların kalbinde tek bir cümle büyüyordu:
“Zamanı güzel kullanan, gününü masala çevirir.”