Bir varmış bir yokmuş… Uzak diyarların birinde, gökyüzü yıldızlarla dolu, kütüphaneleri kitaplarla tıka basa dolu, merakla yaşayan insanların bulunduğu güzel bir kasaba varmış. Bu kasabada Maria adında küçük ama yürekli bir kız yaşarmış. Maria’nın en sevdiği şey soru sormakmış. “Bu neden böyle?”, “Işık nereden gelir?”, “Taşlar neden parlar?” gibi sorularla her gün annesini, babasını, öğretmenlerini şaşkına çevirirmiş.

Maria’nın gözleri, geceleri bile parlayan, merak dolu gözlermiş. En çok da yıldızlara bakmayı severmiş. “Acaba yıldızların içinde ışık mı var, yoksa büyü mü?” diye düşünürmüş. Ama o, sadece hayal kurmakla yetinmezmiş; cevabı mutlaka arar, sorularını defterine not eder, kendi kendine deneyler yaparmış.

Bir gün, Maria ormanın ucundaki terk edilmiş bir kulübenin camından içeri bakarken, içeride tozlu kitaplar, eski şişeler ve parlayan garip taşlar olduğunu görmüş. Kapıyı usulca açmış. İçeri girince, bir zamanlar orada yaşayan eski bir bilim insanının defterlerini bulmuş. Defterin üzerinde eski dillerde yazılmış ama altına şöyle bir cümle iliştirilmişmiş: “Işık taşı, bilgiyi bulana yol gösterir.”

Maria o günden sonra o kulübeyi kendi gizli laboratuvarı yapmış. Her gün okuldan sonra buraya gelir, defterdeki çizimleri inceler, eski deneyleri tekrar eder, parlayan taşların sırrını çözmeye çalışırmış. Ama işler kolay değilmiş. Taşlar bazen parlıyor, bazen hiç tepki vermiyormuş. Ancak Maria asla pes etmemiş. Geceleri yıldızlara bakarak hayal kurmuş, gündüzleri ise çalışmış da çalışmış.

Bir gece, Maria elindeki taşlardan biriyle oynarken bir şey fark etmiş. Taş, belli bir ısıya geldiğinde hafifçe parlıyormuş. O zaman içinden şöyle demiş: “Demek ki bu taş, sıcaklıkla tepki veriyor!” Defterine hemen not almış. Ardından başka taşları da aynı şekilde denemiş. Sonunda iki özel taş bulmuş: biri mavi parlıyormuş, diğeri sarı. Her ikisinin bir araya geldiğinde daha da güçlü ışık verdiğini keşfetmiş.

Maria bu taşlara isim vermiş: “Radiya” ve “Luma”. “Bu taşlar ışık saçıyor, ama neden? İçlerinde ne var? Bunlar ne işe yarar?” diye sormuş kendine. Günlerce araştırmış, deneyler yapmış. Ve sonunda bu taşların çok özel bir enerji taşıdığını öğrenmiş.

Bir sabah, kasabanın büyük laboratuvarından gelen bilim insanları ormandaki kulübeden çıkan ışığı fark etmiş. Kulübeye geldiklerinde, karşılarında merakla dolu gözlerle onlara bakan küçük bir kız bulmuşlar. Maria, yaptığı deneyleri ve taşların sırrını onlara anlatmış.

Bilim insanları çok etkilenmiş. “Bu taşlar gerçekten de özel. İçlerinde gözle göremediğimiz, ama bizi iyileştirecek ve aydınlatacak güçler olabilir,” demişler.

O günden sonra Maria’ya “Küçük Bilimci” demeye başlamışlar. Artık Maria laboratuvarlara giriyor, üniversitelerdeki büyük profesörlerle çalışıyor, taşların gizemli enerjisini araştırıyormuş. En sonunda, Radiya ve Luma adlı taşların içindeki enerjinin insanları tedavi edebileceğini ve bilimde yeni çığırlar açabileceğini kanıtlamış.

Bu başarısından sonra Maria, tüm kasabada, hatta tüm ülkede tanınmış. Ona iki büyük ödül verilmiş: biri bilimsel buluşları için, diğeri ise insanlara yardım ettiği içinmiş. Ama Maria için en büyük ödül, hayal gücünü kullanarak soru sormaktan ve asla pes etmemekten vazgeçmemekmiş.

Maria büyüdüğünde de bilimi bırakmamış. Çocuklara ışığın sırrını, merak etmenin güzelliğini ve azmin ne kadar güçlü olduğunu anlatmaya devam etmiş.

Ve kasabadaki herkes, özellikle de küçük kızlar, “Bir gün ben de Maria gibi olacağım!” demeye başlamış.

Geceleri gökyüzünde parlayan yıldızlara bakan çocuklar artık sadece hayal kurmakla kalmıyor, aynı zamanda kendi laboratuvarlarını kurup ışık taşlarının sırrını çözmeye çalışıyormuş.

Ve işte böylece, cesur ve meraklı küçük kız Maria’nın hikâyesi, ışık saçan taşlarla birlikte, sonsuza dek çocukların kalbinde yaşamaya devam etmiş.