Bir varmış, bir yokmuş… Uzak diyarlarda, küçük bir köyde, gözleri merakla bakan bir çocuk yaşarmış. Bu çocuğun adı Leonardo’ymuş. Leonardo, sıradan çocuklardan farklıymış. O, kuşları izlerken “Acaba ben de uçabilir miyim?” diye düşünürmüş. Rüzgârın ağaçlardaki melodisine kulak verir, bulutların şekillerini defterine çizer, her yaprağın altındaki sırları merak edermiş.
Leonardo’nun ailesi çiftçilikle uğraşırmış ama o günlerini toprak kazmak yerine çizim yaparak geçirirmiş. Ellerinde her zaman bir kalem, yanında da küçük bir defter bulunurmuş. Kimi zaman bir kelebeğin kanadını çizer, kimi zaman da düşlerinde kurduğu “uçan makineleri” kâğıda dökermiş.
Bir gün, köyün yukarısındaki tepeye çıkmış Leonardo. Gökyüzünde süzülen kuşlara bakarken kendi kendine şöyle demiş:
“Ben de uçmalıyım. Ama nasıl?”
Bu düşünceyle evine koşmuş. Günlerce çizmiş, düşünmüş, denemiş. Kanatlar yapmış, yel değirmenlerinden ilham almış, kağıttan planlar tasarlamış. Annesi ona her sabah “Kahvaltını unutma Leonardo!” dese de, o çoktan ahırdaki atların hareketlerini, suyun akışını ve gökyüzünün değişimini çizmeye başlamış olurmuş.
Leonardo büyüdükçe hayal dünyası da büyümüş. Artık sadece uçmak değil, aynı zamanda resim yapmak, heykeller tasarlamak, makineler inşa etmek istemiş. Köy halkı onun bu farklılığını önce garipsemiş, ama sonra yaptığı şeylerin güzelliğini görünce ona hayran olmuş.
Bir gün, köydeki yaşlı marangoz ona demiş ki:
“Senin yeteneğin burada harcanır, Leonardo. Büyük şehre gitmeli ve orada ustaların yanında öğrenmelisin.”
Leonardo annesine veda edip, kalbindeki hayallerle büyük bir şehre gitmiş. Orada büyük bir ressamın atölyesine çırak olarak girmiş. Fırçayla tanıştığında elleri titremiş ama gözleri parlamış. Renklerle ilk kez konuşan gibi hissedip resimlere hayat vermeye başlamış.
Günler geçtikçe sadece resim değil, anatomi de ilgisini çekmiş. Kuşların kemik yapılarını, insanların kaslarını inceler, her şeyi defterine not alırmış. Hatta gizli gizli laboratuvar kurar, orada deneyler yaparmış. Bir keresinde, dönen kanatları olan bir makine yapmış ve “bu belki bir gün insanları uçurur” diye yazmış.
Yıllar geçmiş… Leonardo artık genç bir delikanlıymış ama kalbindeki çocuk hâlâ aynıymış. Hayal etmeye, sormaya ve çizmeye devam ediyormuş. Onun yaptığı resimler öyle güzelmiş ki, saraylar onu davet eder olmuş. Ama Leonardo en çok, insanların şaşkın bakışlarına rağmen “Neden olmasın?” diyerek çalıştığı anları severmiş.
Bir gün, kendisi gibi hayal kurmayı seven küçük bir çocuk yanına gelmiş. Adı Luca’ymış. Ona demiş ki:
“Leonardo, gerçekten uçabilir miyiz?”
Leonardo gülümseyerek cevap vermiş:
“Eğer hayal ediyorsan, zaten bir adım uçmuşsun demektir. Geri kalan sadece zamanı beklemek…”
Leonardo hayatı boyunca binlerce çizim yapmış: uçan makineler, suyla çalışan sistemler, şehir planları, gözyaşlarını anlatan portreler… Onun defterleri, hayallerle dolu sihirli kitaplara dönüşmüş. Resmettiği insanlar sadece kâğıtta değil, herkesin kalbinde yaşamış.
En sonunda, yaşlı bir adam olduğunda bile gözlerinde hâlâ o ilk günkü çocuk merakı varmış. Geceleri gökyüzüne bakar, yıldızlara şöyle dermiş:
“Ben göğe hiç çıkamadım ama insanların aklına uçmayı öğrettim.”
Ve işte böylece, Leonardo’nun hayalleri sadece kendiyle kalmamış. Onun uçan makineleri, yüzlerce yıl sonra gerçek olmuş. Onun çizdiği gülümseyen kadınlar müzelerde yaşamış. Ve onun adını taşıyan okullar, çocuklara hâlâ hayal kurmayı öğretmiş.
Çünkü Leonardo, hayal etmenin en büyük bilim olduğunu herkese göstermiş.
Ve masal burada bitmemiş… Çünkü ne zaman bir çocuk kuşlara bakıp “Acaba ben de uçabilir miyim?” derse, Leonardo’nun hikayesi yeniden başlamış…