Gün henüz doğarken, vadinin üstüne ince bir sis perdesi serilmiş, çiçeklerin yapraklarına inci gibi çiy damlaları dizilmişti. Gökyüzünün pembe-turuncu çizgileri yavaşça aydınlanırken, Ali Babanın Çiftliği uyanmaya hazırlanıyordu. Çiftlik, geniş bir bahçeyi, meyve ağaçlarını, saman balyalarını ve kırmızı çatılı küçük ahırlarıyla masal sayfası gibi görünürdü. Rüzgâr esti mi, mısır başakları fısıldaşır; dere kenarındaki söğütler saçlarını suya tarardı.

Normalde her şey Horoz Keyifli’nin “Ü-üüüü-rüüüü!” diye yükselen sabah şarkısıyla başlardı. Ne var ki bu sabah, beklenen o coşkulu türkü gelmedi. Kümesten yalnızca “Öhö… öhö…” diye kısık bir öksürük duyuldu. Ali Baba, geniş kenarlı şapkasını takıp aceleyle kümese yöneldi. Kapıyı açar açmaz Minik Tavuk Titi çırpına çırpına önüne atıldı.

“Cıv-cıv! Ali Baba! Keyifli’nin sesi yok, şarkı söyleyemiyor!”
“Dur bakalım Titi,” dedi Ali Baba, tüyleri okşayarak. “Hem üzülmeyin, her sabah şarkı söylemek zorunda değiliz. Keyifli’nin de dinlenmeye hakkı var.”

Keyifli, gagasını yana eğip utanarak başını salladı. Ali Baba hemen buz gibi olmayan ılık su hazırladı, içine bir kaşık bal damlattı ve Keyifli’ye uzattı. “Bugün sesini dinlendireceksin,” diye gülümsedi. “Şarkı görevini birlikte üstleniriz.”

O sırada avludan sevimli meleyişler duyuldu. Kuzucuk Pamuk, koca yün yumağı gibi zıplayarak geldi. “Mee! Şarkı olmadan uyanamadım, sanki güneşim kayboldu.”

Ardından her şeyi ağır ağır düşünen Eşek Karakaş ahır kapısından göründü. Uzun kirpikleri altında bilgece bakan gözleriyle, “İlla birinin şarkı söylemesi gerekmiyor,” dedi. “Bazen sessizliği de dinlemek gerekir. Ama isterseniz hep birlikte söyleyebiliriz.”

Tam o sırada kulübünün önünde kuyruğunu pervane gibi döndüren Köpek Zıpır, heyecanla havladı: “Hav-hav! Ben davul çalarım, ben! Hımmm… Davulum nerede?” ve hızla koşup bir eski teneke kabı buldu.

İkiz torunlar Ayşe ve Can da pijamalarıyla dışarı fırladılar. Ayşe’nin saçları iki yanda kulak memeleri gibi toplanmıştı. “Dede, Keyifli hasta mı?” diye sordu kaygıyla. Can ise hemen çözüm üretme peşindeydi: “Ben flüt çalayım, Ayşe de ritim tutsun!”

Ali Baba gülümsedi. “Harikasınız! O halde ‘Güneşli Sabah Korosu’nu kuralım.”

Bahçedeki büyük ceviz ağacının altına dizildiler. Ali Baba ellerini kaldırıp düşük sesle saydı: “Bir, iki, üç!” Ayşe ve Can “la-la-la” diye yumuşak bir ezgi mırıldandı, Zıpır teneke davulunu tokmağıyla tık-tık çalıyor; Titi “cıv-cıv” nakaratını söylüyor; Karakaş da ağır, tok sesiyle bas partisini veriyordu. Hatta Pamuk bazen araya “mee-meee” diye giriyor, herkesin yüzü gülüyordu. Güneş, avlunun taşlarına gül sarısı bir ışık serpiştirirken koro o kadar içten söyledi ki, sanki sabah şarkısı yalnızca Keyifli’nin değil, çiftliğin hep birlikte söylediği bir türküymüş gibi hissedildi.

Şarkı bitince Ali Baba şapkasını çıkarıp hafifçe eğildi. “Güne başlamak bazen bir kişinin sesiyle, bazen de birlikte atılan adımla olur,” dedi. “Bugün birlikte başardık.”

Kahvaltı faslında sıcak süt, taze köy ekmeği ve domates salatalık eşliğinde herkes bir masaya toplandı. Ayşe ile Can, Keyifli’ye bal-limon karışımının hikâyesini anlattı. Zıpır, “Benim ritmim sayesinde güneş doğdu!” diye kendini övmeye kalkınca Karakaş gülerek kulağını nazikçe çekti. “Güneşi doğuran sen değilsin, küçük davulcu. Ama ritmin içimizi ısıttı.”

Kahvaltıdan sonra çiftlikte koşuşturmalı işler başladı. Saman balyaları yerlerine taşınacak, bahçedeki domates sırıkları sağlamlaştırılacak, meyve ağaçlarının dipleri havalandırılacaktı. Ayşe, eline küçük bir kürek alıp toprağı eşeledi; Can, fidelerin yanına minik destek çubukları sapladı. Titi, “Cıv cıv!” diye gezinerek böcekleri topladı—ama tohuma ya da fideye zarar vermeyip sadece zararlı olanları gagalıyordu. Pamuk, bir süre gölgede büzülüp “mee” diye esnedi; sonra Ayşe’nin peşine takılıp güdülmeyi oyun sandı. Zıpır da “Hav hav!” diyerek etrafı kolaçan etti; bahçeye yaklaşan kargaları “uçun da gelin—ama tohumları yemeyin!” diye kibarca kovaladı.

Öğleye doğru güneş iyiden iyiye ısındığında, bahçeye ansızın canlı bir gölge düştü. Göğün mavisini bölerek upuzun bir uçurtma havalandı. Can ipi tutmuş, “Ayşe, bak bak! Rüzgârı yakaladım!” diye bağırıyordu. Uçurtmanın gövdesi kırmızı; kuyruğu ise sarı kurdelelerle bezeli, bulutların üstünde sevinçle dans ediyordu. Titi, havada uçuşan gölgeyi kovalarken “cıv!” diye hoplayıp zıpladı; Pamuk hayran hayran baka kaldı, “mee?” diye mırıldandı.

Tam o sırada, uzak ufukta incecik bir duman çizgisi göründü. Ali Baba kaşlarını çattı; duman çiftlikten değil, vadi ağzındaki sazlık tarafından yükseliyordu. “Yangın değil, ama biri ateş yakmış olmalı,” dedi. “Rüzgâr ters dönerse kıvılcım sıçrayabilir.”

Zıpır, kulaklarını dikti. “Hav! Araştırma vakti!”
Karakaş başını ağır ağır salladı: “Tedbiri elden bırakmamalıyız.”

Ali Baba hemen herkesin görevini paylaştırdı. “Ben ve Karakaş, su kovalarıyla vadiye gideceğiz. Zıpır bizimle gelsin, bir tehlike varsa haber uçursun. Ayşe, Can, siz de burada kalıp bahçe musluğunun başında bekleyin. Hortumu hazırlayın; ben işaret verince suyu açarsınız. Titi, sen de tohum yataklarını koru; pamuk paşam, sen çitlerin dibinde gölge yap.” Pamuk bu görevi duyunca gölgelikte oturmayı kabul ettiği için sanki madalya takmışlar gibi gururlandı: “Mee!”

Vadi ağzına vardıklarında küçük bir piknik ateşinin yükseldiğini gördüler. Ateşi yakanlar, rüzgâr döndüğünü fark etmemişti. Ali Baba kibarca uyardı, “Sönmemiş kor bırakmayın,” dedi. Karakaş kovadaki suyu yavaşça dökerek korları boğdu. Zıpır da patileriyle çamuru çevirip üstünü örttü. “Hav! İş tamam,” diye rapor verdi. Duman çizgisi kısa sürede silinmişti.

Dönerlerken, sazlığın kenarında minicik bir civciv sesi duyuldu: “Civ… civ…” Yavrulardan biri yolunu şaşırmış olmalıydı. Titi’nin aklına hemen o civciv geldi. Ali Baba sazları aralayıp dikkatle baktı ve ürkmüş, tüylü sarı bir top gördü. “Kaybolmuşsun küçük,” dedi şefkatle. Karakaş, geniş sırtını eğip üzerine bir örtü gibi gölgelik yaptı. Zıpır burnuyla hafifçe itti, civciv ürkmeden Ali Baba’nın avucuna sığındı.

“Onu kümese götürelim,” dedi Ali Baba, “ama önce anneni aramak gerek.” Kümeste Titi’nin rehberliğinde kısa bir arayıştan sonra civciv, cıvıltılar eşliğinde annesine kavuştu. Titi mutluluktan kanadını iki yana açtı. “Cıv-cıv! Aile bir arada olunca sesim daha güzel çıkıyor,” dedi sanki.

Öğleden sonra gölgeler uzayınca, Ali Baba ikizleri çağırdı. “Hadi bakalım, bugün sorumluluk oyunu oynuyoruz,” dedi. “En sevdiğiniz oyunun bile kuralları var; çiftliğin de öyle. Kurallara uymak, birbirimizi korumak demek.”

Tahta bir tabela getirdi. Üzerine renkli tebeşirle “Çiftlik Kuralları – Birlikte Yaşa, Birlikte Koru” yazdı. Altına madde madde eklediler:

  1. Su kıymettir. Musluğu gereksiz yere açık bırakma.

  2. Ateş emanettir. Izgara ya da ateş yakacaksan rüzgârı, suyu, kumu hazır tut.

  3. Tohumlar gelecektir. Tohum yatağını çiğneme; önce sor, sonra dokun.

  4. Hayvanlar dostundur. Korkutma, kovalamaca oynarken bile sınırı bil.

  5. Bir iş bir kişiye ağır gelirse, iki kişiye hafifler. Yardım iste, yardım et.

Ayşe kalp çizip yanına “Paylaşmak güzeldir” yazdı. Can ise bir hortum resmi çizip üstüne “Su kahramanı” yazdı. Zıpır patisinin izini bastı; Titi tüy düşürdü (süs niyetine), Pamuk da başıyla itip tabelayı ceviz ağacının altına yerleştirdi. Karakaş, “Böylece kurallar burada gölge serinliğinde yaşar,” dedi bilgece.

Gün akşama dönerken, fırından taze çörek kokuları yükseldi. Ali Baba geniş tepsiyi ortaya koydu. “Bu sabahın şarkısını hep birlikte söyledik, dumanın sırrını birlikte çözdük, bir yavruyu yuvasına kavuşturduk, kurallarımızı yazdık. Şimdi paylaşma zamanı.”

Keyifli, kümesten nazlı nazlı çıktı. Sesi tam düzelmemişti, ama gözleri pırıltıyla doluydu. “Ü-üü… öhö,” der gibi kısıkça öttü. Titi yanına sokulup “Cıv!” diye destek verdi. Ayşe ve Can tempo tuttu; Zıpır “hav” ile nakarat yaptı; Karakaş bas notayı verdi; Pamuk da “mee” sesiyle final yapınca herkes gülmekten kırıldı.

Çörekler elden ele dolaşırken Ali Baba başını geriye yasladı, akşam serinine bakıp şöyle dedi: “Bir çiftlik, sadece tarlalar ve hayvanlar demek değildir. Bir çiftlik, aynı ezgiyi paylaşan kalpler demektir.”

Ayşe, elini kaldırıp söz istedi. “Dede, yarın da ‘Güneşli Sabah Korosu’ yapalım mı?”
Ali Baba gülümsedi. “Yarın belki Keyifli tam sesine kavuşur. Ama unutmayın, birimizin sesi kısılırsa, diğerimizin sesi çoğalır.”

Gece çöküp yıldızlar göz kırparken, çiftlik yavaş yavaş sessizliğe büründü. Rüzgâr, ceviz ağacının yapraklarını okşadı; dere şarkısını daha yumuşak söyledi. Herkes, yarın yeni bir günün, yeni bir oyunun, yeni bir sorumluluğun müjdesiyle huzurla uykuya daldı.

Ve o tabelada yazılı sözler, ay ışığında gümüş gibi parladı: “Bir iş bir kişiye ağır gelirse, iki kişiye hafifler.” İlk bölüm böyle bitti—ama Ali Baba’nın Çiftliği’nde maceralar daha yeni başlıyordu.

Sonuç: Birlikte Başlamak, Birlikte Başarmak

Bu güneşli sabah, herkesin küçük bir katkısıyla kocaman bir güne dönüştü. Horozun sesi kısıldığında, koro kuruldu; duman göründüğünde, tedbir alındı; kaybolan civciv bulundu, kurallar yazıldı. Doğa sevgisi, hayvan dostluğu, paylaşma ve sorumluluk bir günün içine sığdı. Ali Baba’nın Çiftliği’ndeki herkes, bir araya geldiğinde en zor işlerin bile kolaylaştığını anladı. Çünkü burada en güzel şarkı, hep birlikte söylenendi.